AL-İ İMRAN 7 |
هُوَ الَّذِيَ
أَنزَلَ
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
مِنْهُ
آيَاتٌ
مُّحْكَمَاتٌ
هُنَّ أُمُّ
الْكِتَابِ وَأُخَرُ
مُتَشَابِهَاتٌ
فَأَمَّا
الَّذِينَ
في
قُلُوبِهِمْ
زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ
مَا
تَشَابَهَ مِنْهُ
ابْتِغَاء
الْفِتْنَةِ
وَابْتِغَاء
تَأْوِيلِهِ
وَمَا
يَعْلَمُ
تَأْوِيلَهُ
إِلاَّ
اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ
فِي
الْعِلْمِ
يَقُولُونَ
آمَنَّا
بِهِ كُلٌّ
مِّنْ عِندِ
رَبِّنَا
وَمَا
يَذَّكَّرُ إِلاَّ
أُوْلُواْ
الألْبَابِ |
7. Sana Kitabı indiren
O'dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı
da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve
te'viline yeltenmek için onun müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek
te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: "Biz ona iman
ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" derler. Ancak akıl sahipleri düşünür,
öğüt alır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:
1- Kur'an'ın Müteşabih Olanına Uyanlar:
2- Muhkem ve Müteşabihe Dair ilim
Adamlarının Görüşleri:
3- Müteşabih Sanılan Bazı Buyruklara
Örnekler:
4- "Diğer'' Kelimesi:
5- Kalplerinde Eğrilik Olanlar:
6- Kalplerinde Eğrilik Bulunanlar ve
Fitnenin Peşinden Gidenler:
7- Te'vili Bilenler ve Tevilin
Mahiyeti:
8- ilimde Derinleşmiş Olanlar:
9- Kur'an Muhkemiyle Müteşabihiyle
Allah'tandır:
1- Kur'an'ın Müteşabih
Olanına Uyanlar:
Müslim'in rivayetine
göre Hz. Aişe şöyle demiştir: Resulullah (s.a.v.): "Sana kitabı indiren
O'dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı
da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve
te'viline yeltenmek için onun müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek
te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: ''Biz ona iman ettik,
hepsi Rabbimin katındandır'' derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt
alır" ayetini okudu. (Hz. Aişe) devamla dedi ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: "Onun müteşabih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar
Yüce Allah'ın isimlerini koyduğu (kastettiği) kimselerdir, onlardan
sakınınız.''
Ebu Galib'den de şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Eşeğin üzerinde olduğu halde Ebu Umame ile birlikte
gidiyordum. Dimaşk Mescidinin merdivenlerine vardığı sırada dikilmiş (kesik)
başlar gördü. Bu başlar ne oluyor? diye sorunca ona: Bunlar Irak'tan getirilen
Haricilerin başlarıdır, diye cevap verildi. Bunun üzerine Ebu Umame şöyle dedi:
Ateşin köpekleri, ateşin köpekleri, ateşin köpekleri! Sema altında
öldürülenlerin en kötüleridir bunlar. Bunları öldürenlere ve onlar tarafından
öldürülenlere ne mutlu! dedi. -Ve bu sözlerini üç defa tekrarla dı- sonra da
ağladı. Ben: Ne diye ağlıyorsun ey Ebu Umame? deyince şöyle dedi: Onlara olan
merhametimden ağlıyorum. Çünkü bunlar müslüman insanlardılar, İslam'dan
çıktılar. Daha sonra Yüce Allah'ın: "Sana kitabı indiren O'dur, onun bazı
ayetleri muhkemdir ... " buyruğundan itibaren birkaç ayet okudu, daha
sonra da: "Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp
anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın ... " (Al-i İmran, 105) ayetini okudu.
Ben: Ey Ebu Umame, bu sözü geçenler bunlar mıdır, deyince o: Evet dedi. Bu
senin kendi görüşüne dayanarak söylediğin birşey mi yoksa Resulullah
(s.a.v.)'dan işittiğin birşey mi? diye sorunca şöyle dedi: Eğer görüşüme
dayanarak söylüyor isem şüphesiz ki o vakit ben pek cür'etkar bir kimseyim
demektir. Aksine ben bunu Resulullah (s.a.v.)'dan bir değil, iki değil, üç değil,
dört değil beş değil, altı değil yedi defa değil (pek çok defalar) işittim.
Daha sonra da
parmaklarını kulaklarına koyarak: Böyle değilse şu kulaklarım sağır olsun, dedi
ve bu sözlerini üç defa tekrarladı: Ben Rasülullah (s.a.v.)'ı şöyle buyururken
dinledim: "İsrailoğulları yetmişbir fırkaya ayrıldı. Bunlardan bir tanesi
cennette, diğerleri cehennemdedir. Bu ümmet ise onlardan bir fazla fırkaya
ayrılacaktır. Bunlardan birisi cennette diğerleri ise cehennemde
olacaktır."
2- Muhkem ve
Müteşabihe Dair ilim Adamlarının Görüşleri:
İlim adamları muhkem ve
müteşabih ayetler ile ilgili olarak farklı görüşlere sahiptir. Cabir b.
Abdillah -ki bu aynı zamanda eş-Şa'bi'nin, Süfyan-ı Sevrı'nin ve diğerlerinin
görüşlerinin muktezasıdır- der ki: Kur'an-ı Kerım'in ayetleri arasında muhkem
olanlar te'vili bilinebilen manası ve tefsiri anlaşılabilen buyruklardır.
Müteşabıh olanlar ise Yüce Allah'ın, ilmini yalnızca kendisine sakladığı,
yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkanı bulunmayan
buyruklardır. Kimi ilim adamı der ki: Bu kabilden olanlara örnek, Kıyametin
kopacağı vakit, Ye'cuc ile Me'cüc'un çıkması, Deccal'ın çıkması, Hz. İsa'nın
inmesi, süre başlarında bulunan Mukatta Harfler gibi şeylerdir.
Derim ki: Müteşabihe
dair yapılan açıklamaların en güzeli budur. Bakara Süresi'nin baş taraflarında
er-Rabı' b. Haysem'den, Yüce Allah'ın bu Kur'an-ı Kerım'i indirdiğini ve
dilediğinin bilgisini yalnızca kendisi için alıkoyduğunu belirten bir rivayeti
nakletmiş bulunuyoruz. Ebu Osman da der ki: Muhkem, kendisi okunmaksızın
namazın kabul olunmadığı Fatihatu'l-Kitap'tır. Muhammed b. el-Fadl der ki:
Muhkem İhlas Süresidir. Çünkü bu sürede tevhidden başka hiçbir şey yoktur.
Şöyle de denilmiştir: Kur'an-ı Kerim, bütünüyle muhkemdir, çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Bu, ayetleri muhkem kalnmış bir kitaptır. "(Hud,
1) Yine Kur'an'ın bütünüyle müteşabih olduğu da söylenmiştir. Çünkü Yüce Allah:
"Müteşabih bir kitap olarak. .. "(ez-Zümer, 23) diye buyurmuştur.
Derim ki: Ancak bu
açıklamanın ayet-i kerimenin manasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Yüce
Allah'ın: "Ayetleri muhkem kılinmış bir kitaptır" buyruğunun anlamı
şudur: Yani bu ayetlerin sıralanışı ve dizilişi böyledir ve bu kitap Allah'tan
gelmiş bir haktır. Müteşabih bir kitap olarak "buyruğu ise, bir kısmı
diğer bir kısmına benzemekte ve bir grubu ötekini tasdik etmekte, demektir.
Yoksa Yüce Allah'ın: "Bazı ayetleri muhkemdir"buyruğu ile "diler
bir kısmı da müteşabihlerdir" buyrukları ile kastedilen bu mana değildir.
Bu ayet-i kerimedeki "müteşabih" tabiri ihtimal ve benzerlik
kabilindendir. Yüce Allah'ın: "Bize göre birçok inekler birbirine
benzıyor" (el-Bakara, 70) buyruğu kabilindendir. Yani biz onları
birbirlerine karıştırdık. Yani "birçok inek çeşidi" anlamına gelme
ihtimali vardır. Bu buyrukta "muhkem" ile kastedilen de bunun
zıddıdır ki, o da herhangi bir karışıklığı bulunmayan ve tek bir anlamdan
başkasına gelme ihtimali bulunmayan buyruklardır.
Bir diğer görüşe göre de
müteşabih, birden çok anlama gelme ihtimali olmakla birlikte, bu değişik
anlamlar tek bir anlama havale edilerek geri kalanı iptal edilecek olursa, bu
sefer müteşabih muhkem olur. Buna göre muhkem, her zaman için fer'ı hususların
kendisine havale edildiği (o esas alınarak yorumlandığı) bir asıl ilkedir.
Müteşabih ise onun fer'ı durumundadır.
İbn Abbas der ki: Muhkem
buyruklar, Yüce Allah'ın En'am Süresi'nde yer alan: ''De ki: Gelin size
Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım .. "(elEn'am, 151) buyruğundan
itibaren üç ayetin sonuna kadar olan buyruklardır. İsrailoğulları hakkındaki:
"Rabbin: ''Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve babaya iyilikle
muamele edin'' dıye hükmetti ... "(el-İsra, 23) buyruğu da muhkem
buyruklardandır.
İbn Atiyye der ki: Bu
bana göre (İbn Abbas'ın) muhkem buyruklara dair vermiş olduğu bir örnektir.
Yine İbn Abbas der ki:
Muhkem buyruklar Kur'an-ı Kerım'in nasih ayetleri, haram kılan ayetleri, farz
kılan ayetleri, kendisine iman edilen ve gereğince amel olunan buyruklarıdır.
Müteşabihler ise, mensüh ayetleri, mukaddemi, muahharı, emsali, yeminleri,
kendisine iman olunup da, ancak gereğince amelin sözkonusu olmadığı
buyruklardır.
İbn Mes'ud ve başkaları
ise der ki: Muhkem buyruklar neshedici ayetlerdir. Müteşabihler ise nesholunan
buyruklardır. Katade, er-Rabı' ve ed-Dahhak da böyle demiştir.
Muhammed b. Ca'fer b.
ez-Zübeyr der ki: Muhkem ayetler, kendilerinde Rabbin (insanlara karşı)
kulların hüccetini, ismetini, (kanlarının, mallarının korunmasına sebep olan
imanı), anlaşmazlıkların ve batılın bertaraf edilmesini ihtiva eden
buyruklardır. Bunların herhangi bir manaya hamledilmeleri veya asıl
anlamlarından başka anlama çekilip tahrif edilmeleri sözkonusu değildir.
Müteşabih ayetlerin ise başka bir anlama çekilmeleri, tahrif ve te'vil
edilmeleri mümkündür. Allah bunlarla kullarını imtihan etmek istemiştir.
Mücahid ve İbn İshak da bu görüştedir.
İbn Atiyye der ki: Bu,
bu ayetle ilgili yapılmış açıklamaların en güzelidir. en-Nehhas ise der ki:
Muhkem ayetler ile müteşabih buyruklar hakkında söylenmiş sözlerin en güzeli
şudur: Muhkem ayetler bizatihı ayakta durabilen ve anlaşılması için başka
buyruklara başvurmayı gerekli kılmayan ayetlerdir: "Kimse O'nun dengi ve
benzeri değildir" (el-İhlas, 4) ile: "Şüphesiz
Ben tevbe edenlerin
günahlarını mağfiret ediciyim'' (Ta-Ha, 82) buyrukları gibi. Müteşabih ayetler
ise: ''Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret edicidir'' (ez-Zümer, 53)
buyruğunun gereği gibi anlaşılabilmesi için Yüce Allah'ın: ''Şüphesiz Ben tevbe
edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim'' buyruğu ile: ''Muhakkak Allah
kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez'' (en-Nisa, 48, 116) buyruklarına
başvurulur.
Derim ki: en-Nehhas'ın
bu sözleri İbn Atiyye'nin tercih ettiği görüşe açıklık getirmektedir. Bu
açıklama kelimelerin dildeki anlamlarına da uygun düşmektedir. Çünkü
"muhkem" kelimesi (...) kelimesinden ism-i mef'uldur.
"ihkam" ise birşeyi sağlam yapmak demektir. Manasında, açık
anlaşılmasında karışıklık ve tereddüt bulunmayan buyrukların böyle olduğunda da
şüphe yoktur. Çünkü bu buyrukların kelime manaları gayet açıktır ve kelime
dizilişi de sapasağlamdır. Bu iki husustan herhangi birisinde gereken açıklık
ve sağlamlık bulunmayacak olursa o vakit müteşabihlik ve karışıklık sözkonusu
olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Huveyzimendad der
ki: Müteşabih'in birkaç şekli vardır. Hükmün kendisine taalluk ettiği şekil
ise, ilim adamları arasında iki ayetten hangisinin diğerini neshettiği hususu
ile ilgili görüş ayrılıklarıdır. Mesela, Hz. Ali ile İbn Abbas'ın, kocası vefat
etmiş hamile kadın hakkında iki süreden daha uzun olanını iddet olarak
bekleyeceği görüşündedirler. Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit, İbn Mes'ud ve başkaları
ise (iddetin) doğum yapmak olduğunu ve Kısa Nisa Suresi (Talak Suresİ)nin dört
ay on günlük iddeti neshettiğini söylerler. Ali ve İbn Abbas ise bunun
nesholunmadığını kabul ediyorlardı. Mirasçıya vasiyetin nesholunup olunmadığı
ile ilgili ihtilafları da buna bir örnektir.
Ayrıca eğer nesih olup
olmadığı bilinmiyor, neshin şartları da bulunmuyor ise, birbiriyle tearuz
halinde olan ayetlerden hangisinin öne alınacağı hususundaki görüş ayrılığı da
buna bir örnektir. Mesela, Yüce Allah'ın: "Ve size bunlardan başkaları
helal kılındı'' (en-Nisa, 24) buyruğu kendilerine malik olunması (cariye
olmaları) halinde akrabaları bir arada tutmayı gerektirmektedir. Buna karşılık:
''iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı) ancak geçen müstesna
..'' (en-Nisa, 23) ayeti ise bunu yasaklamaktadır. Yine bu tür müteşabihlere
bir örnek de Peygamber (s.a.v.)'den gelen haberler ile kıyasların birbirleriyle
tearuz etmesidir.
İşte sözü geçen
müteşabih budur. Ancak bir ayet-i kerimenin farklı iki şekilde kıraati, ismin
muhtemel olması yahut tefsiri gerektirecek şekilde mücmel olması müteşabih
türünden değildir. Çünkü bunun vacip olan kısmı ya ismin kapsayabildiği
miktardır veya onun tamamıdır. İki ayrı kıraat ise iki ayrı ayet gibidir. Her
ikisinin gereği ne ise, amel etmek gerekir. Nitekim:
"ayet-i kerimesi
-ileride Yüce Allah'ın izniyle Maide Süresi'nde (6. ayette) açıklanacağı üzere-
hem üstün hem de esreli okunmuştur.
3- Müteşabih Sanılan
Bazı Buyruklara Örnekler:
Buhari, Said b.
Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Adamın birisi İbn Abbas'a şöyle
dedi: Ben Kur'an-ı Kerim'de benim için açıklanması zor (muhtelif) bazı şeyler
görüyorum. İbn Abbas: Nelerdir? diye sorunca adam şöyle dedi: Yüce Allah:
"Sur'a üfürüldüğünde o günde aralarında akrabalık bağıyoktur. Birbirlerini
de sormazlar"(el-Mü'minün, 101) diye buyururken, bir başka yerde:
"Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar" (Saffat, 27) diye
buyurmaktadır. Bir yerde: "Allah'tan bir söz gizlemezler" (en-Nisa,
42) diye buyrulurken bir başka yerde: "Rabbimiz, Allah hakkı için biz
müşriklerden olmadık "(el-En'am, 23 diyerek bu ayet-i kerimede de
birşeyler gizleyecekleri bildirilmektedir. en-Naziat Süresi'nde yer alan:
"Siziyaratmak mı daha zordur yoksagöğü mü.? Onu bina etmiştir ... Bundan
sonra da yeri yarıp döşedi" (en-Naziat, 27-30) buyruğunda göklerin
yaratılmasını yeryüzünün yaratılmasından önce zikretmekte, bir başka yerde ise:
"Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı inkar ediyor ve O'na ortaklar mı
kılıyorsunuz? .. ikisi de isteyerek geldik dediler" (Fussilet, 9-11) diye
buyurmakta ve bu buyruğunda yerin yaratılmasından göğün yaratılmasından önce
söz etmektedir. Yine Yüce Allah: "Allah Gafurdur) Rahimdir"(en-Nisa,
100); "Allah Azizdir, Hakimdir"(en-Nisa, 158) ile: ''Allah Semi'dir,
Basirdir" (en-Nisa, 134) diye buyurmaktadır. Bu buyruklar ise adeta daha
önce böyle idi de şimdi böyle değil gibi bir anlam çıkmaktadır.
Bunun üzerine İbn Abbas
şu cevabı verdi: ''Aralarında akrabalık bağı yoktur"(el-Mü'minün, 101)
buyruğunda Birinci Nefhadaki durum anlatılmaktadır. Bundan sonra Süra bir defa
daha üfürülecek ve Allah'ın dilediği kimseler müstesna, göklerde ve yerde
bulunan herkes baygın düşecektir. İşte o vakit aralarında herhangi bir
akrabalık bağı bulunmayacak ve birbirlerine soru sormayacaklardır. Bilahare son
üfürüşte ise birbirlerine karşı gelecek ve birbirlerine soru soracaklardır.
Yüce Allah'ın: "Biz müşriklerden değildik" (el-En'am, 23) buyruğu ile
''Allah'tan bir söz gizlemezler" (Nisa, 42) buyruğuna gelince; Yüce Allah
ihlas sahibi olan kimselerin günahlarını bağışlaması üzerine müşrikler şöyle
diyeceklerdir: Gelin biz de müşrik değildik, diyelim. Bunun üzerine Allah
onların ağızlarına mühür vuracak ve bu sefer onların azaları yaptıkları işleri
söyleyecektir. İşte böylelikle Allah'tan herhangi bir sözü saklayamayacakları
ortaya çıkacaktır ve o vakit kafirler keşke müslüman olsalardı, diye temennide
bulunacaklardır. Yüce Allah yeri iki günde yarattıktan sonra semaya yönelerek
iki günde de onları yedi sema halinde düzenledi. Daha sonra ise arzı yaydı ve
orada suları ve meraları çıkardı. Arzda dağları, ağaçları, kum tepelerini ve
gök ile yer arasındakileri diğer iki günde yarattı. İşte Yüce Allah'ın:
"Bundan sonra da arzıyayıp döşedi'' (en-Naziat, 30) buyruğunda anlatılan
budur. Buna göre arz ve içindekiler dört günde, sema ise iki günde
yaratılmıştır. Yüce Allah'ın: "Allah Gafurdur, Rahimdir" buyruğu ise
bizzat Allah kendi zatını kastetmektedir. Yani Yüce Allah ezelden beri de
böyleydi, ebediyyen de böyle kalacaktır. Yüce Allah, her neyi murad ederse
mutlaka onun dilediği olur. Yazıklar olsun sana, Kur'an-ı Kerım senin için
anlaşılmaz, tutarsız şeyler gibi görülmesin. Çünkü hepsi Allah'tan gelmiştir.
4- "Diğer''
Kelimesi:
Bu kelime
"elif-Iam"a ihtiyaç bırakmamak özelliğine sahip olduğundan dolayı,
munsarif değildir. Çünkü bu kelime de asıl olan "büyüklük, küçüklük"
kelimelerinde olduğu gibi elif-Iam ile sıfat olmasıdır. Elif-Lam'a ihtiyacı
kalmadığından munsarıf bir kelime olmaktan çıkmıştır. Ebu Ubeyd der ki:
Arapların bu kelimeyi munsarıf yapmamalarının sebebi bunun tekilinin marife
olsun, nekre halinde olsun munsarıf gelmemesidir. Müberred bunu kabul etmeyip
der ki: Durum böyle olduğu takdirde (...) kelime lerinin de munsarıf olmaması
gerekir. el-Kisai der ki: Bu kelimenin munsarıf olmayış sebebi sıfat oluşudur.
Yine el-Muberred bunu kabul etmeyip der ki: (...) kelimeleri de sıfattır, fakat
bunlar munsarıftır. Sibeveyh der ki: Bu kelimenin elif-Llam'a muhtaç olmaması
düşünülemez. Çünkü böyle olsaydı marife olması gerekirdi. Nitekim (...)
kelimesinden alındığı için (...) kelimesinin de bütün görüşlere göre marife
olduğu görülmektedir. (...) kelimesi de bu kelime elif-lam'lı halin yerine
kullanılmıştır, diyenlerin görüşüne göre de marifedir. Eğer bu (...) kelimesi
elif-Iam'a ihtiyacı olmayan bir kelime olsaydı, marife olması gerekirdi.
Halbuki Yüce Allah bu kelimeyi nekre olan bir kelime ile vasfetmiş
bulunmaktadır.
5- Kalplerinde Eğrilik
Olanlar:
Yüce Allah'ın:
"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar" buyruğu mübteda olmak üzere
merfU'dur. Bunun haberi ise: "Onun müteşabih olanına uyarlar"
buyruğudur.
ez-Zeyğ: (Eğrilik);
meyletmek (sapmak) demektir. (...): Güneş (batıya doğru) kaydı, tabiriyle
(...): Gözler kaydı, tabiri burdan gelmektedir. Asıl maksat terkedilip
bırakıldığında da bu kökten gelen fiil kullanılır.
Yüce Allah'ın:
"Onlar sapıp eğrilince Allah da onların kalplerini meylettirdi
(saptırdı)" (es-Saff, 5) buyruğundaki "sapma" kelimeleri de bu
kökten gelmiştir. Bu ayet-i kerime kafir, zındık, cahil, bid'at sahibi bütün
kesimleri genel olarak kapsamına almaktadır. O dönemde bununla Necran
hıristiyanlarına işaret olunmuşsa dahi böyledir. Katade, Yüce Allah'ın:
"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar ... " buyruğunun tefsiri ile
ilgili olarak bunları söylemektedir: Eğer burda sözü edilenler Haruralılar ile
Haricilerin değişik türleri değil ise, bunlarla kimlerin kastedildiğini
bilemiyorum.
Derim ki: Bu şekildeki
tefsir Ebu Umame'den merfu olarak daha önce geçmiş bulunmaktadır. O kadarı sana
yeterlidir.
6- Kalplerinde Eğrilik
Bulunanlar ve Fitnenin Peşinden Gidenler:
Yüce Allah'ın:
"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek
için onun müteşabih olanına uyarlar" buyruğu ile ilgili olarak hocamız
Ebu'l-Abbas (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demektedir: Müteşabih
olana tabi olanların bu tabi oluşları, Kur'an-ı Kerim hakkında şüphe uyandırmak
ve ayağı saptırmak için müteşabihe tabi olmaları ve bu maksatla müteşabih
olanları öğrenmeleri ihtimalden uzak değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'e dil
uzatan Zındıklarla Karmatiler böyle yapmışlardır. Diğer bir maksatları da
müteşabihin zahirine inanılmasını istemeleridir. Nitekim zahiren Allah'ın cisim
özelliklerini taşıdığını ifade eden Kitap ve sünnetteki buyrukları bir araya
getiren Mücassime böyle yapmıştır. Sonunda bunlar Yüce yaratıcının mücessem,
bir cisim şekli olan bir suret olduğuna inandılar. Bu cisim ve suretin onlara
göre yüzü, gözü, eli, yanı, ayağı, parmağı vardı. Yüce Allah bunlardan Yüce ve
münezzehtir. Yahut da bunlar müteşabih olana bunların te'villerini açıklamak,
manalarını izah etmek için tabi olurlar. Ya da bu hususta Hz. Ömer'e çokça soru
soran Sabiğ'in yaptığı gibi yapmaya çalışır. Buna göre müteşabihe tabi olanlar
dört gruptur:
1- Kafir olduklarından
şüphe olmayan ve Allah Teala'nın haklarında tevbe etmeleri dahi istenmeksizin
öldürülmeleri hükmünü verdiği kimseler.
2- Haklarındaki sahih
görüşe göre kafir oldukları kabul edilenler. Çünkü bunlarla putlara, şekillere
ibadet eden kimseler arasında fark kalmaz. Bunların tevbe etmeleri istenir.
Tevbe ederlerse mesele yok. Aksi takdirde irtidat edene yapılan uygulama gibi
bunlar da öldürülürler.
3- Müteşabihlerin te'vil
edilmelerinin cevazı hususundaki görüş ayrılığına binaen, bunun caiz olup
olmadığı hususunda da ihtilaf edilmiştir. Bilindiği gibi selefin gösterdiği
yol, müteşabih buyrukların zahirinden anlaşılanın imkansız olduğunu kesin
olarak belirtmekle birlikte, te'villerine kalkışmayı terketmek şeklindedir. Bu
konuda derlerdi ki: Nasıl geldilerse onları siz de öylece okuyup gidiniz.
Bazıları ise bu buyrukların te'vilini açıkça yapmış ve onlardan mücmel
olanlarının anlamlarından herhangi birisini kat'i olarak tayin etmeksizin,
dilde açıklanması mümkün olan açıklama yolunu izlemişlerdir.
4- Hz. Ömer'in Sabiğ'a
uyguladığı gibi, ileri derecede te'dib hükmü verilen haller. Ebu Bekr el-Enbari
der ki: Selefin ileri gelenleri, Kur'an-ı Kerim'deki müşkil manaların tefsiri
hakkında soru soranları cezalandırırlardı. Çünkü soru soran, eğer bu soruyu
sormakla bir bid'ati yerleştirmek yahut fitneyi körüklemeyi arzu ediyorsa,
tepki görmeye ve büyük bir şekilde tazir edilmeye layık bir kimsedir.
Şayet maksadı bu değil
ise, işlediği bu günah dolayısıyla kınanmayı hak etmiş bir kimse demektir.
Çünkü o dönemde Kur'an-ı Kerim'in indiriliş maksatlarından ve te'vilin
hakikatlerinden tahrif edilmesi yolunda zayıf müslümanları şüpheye düşürmek ve
saptırmak maksadını gütmeleri için inkarcı münafıklara bir yol icad etmiş
oluyordu. Bu kabilden olanlara bir örnek. İsmail b. İshak el-Kadi'nin bize
naklettiği şu haberdir. İsmail dedi ki: Bize Süleyman b. Harb bildirdi.
Süleyman Hanunad b. Zeyd'den, o Yezid b. Hazim'den, o Süleyman b. Yesar'dan naklettiğine
göre; Sabiğ b. İsI Medine'ye geldi. Kur'an-ı Kerim'in müteşabih buyruklarına ve
bazı şeylere dair sorular sormaya koyuldu. Ömer (r.a) durumdan haberdar olunca
arkasından birisini gönderip huzuruna çağırttı.
Önceden de ona kuru
hurma dallarından bir miktar hazırlamış bulunuyordu. Huzuruna gelince Hz. Ömer
ona: Sen kimsin dedi. O da: Ben Allah'ın kulu Sabiğ'im dedi. Hz. Ömer de: Ben
de Allah'ın kulu Ömer'im, dedikten sonra elindeki kuru hurma dalını alıp
üzerine yürüdü ve kafasını yaraladı. Kanı yüzüne akıncaya kadar vurmaya devam
etti. Daha sonra Sabiğ: Bu kadarı yeter ey mü'minlerin emiri, dedi. Allah'a
yemin ederim, daha önce kafamdaki rahatsızlıkların hepsi gitmiş bulunuyor.
Sabiğ'in te'dibine dair
rivayetler arasında farklılıklar vardır. Bu rivayetlerden ez-Zariyat Süresi'nde
söz edilecektir. Daha sonra Yüce Allah Sabiğ'a tevbe etme ilhamını vermiş,
tevbeyi kalbine yerleştirmiş olduğundan tevbe etti ve güzel bir şekilde
tevbesinde sebat gösterdi.
Yüce Allah'ın:
"Fitne çıkarmak" buyruğunun anlamı da şudur: Yani şüphe uyandırmak
arzusu, mü'minlerin, işin içerisinden çıkamayarak aralarının bozulmasını
istemeleri ve herkesin kendi sapık görüşlerine dönmesini sağlamaları demektir.
Ebu İshak ez-Zeccac der
ki: "Ve te'viline yeltenmek için" buyruğunun anlamı şudur: Bu gibi
kimseler öldükten sonra diriltilmelerinin ve kendilerine hayat verilmesinin
açıklanmasını istediler. Yüce Allah da bunun te'vilini (gerçekleşeceği vakti)
ve zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini onlara bildirdi. Ebu İshak
der ki: Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Onlar onun te'vilinden
başkasını mı bekliyorlar. Onun te'vilinin geleceği gün" yani onlara
vadolunan öldükten sonra diriliş, amel defterlerinin verilmesi ve azap gibi
kendilerine vadolunan şeyleri görecekleri için "evvelce onu unutanlar:
''Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişlerdi'' diyeceklerdir.
"(el-A'raf, 53) Yani bizler peygamberlerin önceden haber vermiş oldukları
şeylerin te'vilini (akıbetini) görmüş bulunuyoruz.
(Ebu İshak devamla) der
ki: Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir"
buyruğu üzerinde vakıf yapılır. Yani öldükten sonra dirilişin vaktini Allah'tan
başka kimse bilemez demektir.
7- Te'vili Bilenler ve
Tevilin Mahiyeti:
Yüce Allah'ın:
"Halbuki onun gerçek tev'ilini ancak Allah bilir" buyruğu ile ilgili
olarak şöyle denilmektedir. Aralarında Huyey b. Ahtab'ın da bulunduğu
yahudilerden bir topluluk, Resulullah (s.a.v.)'ın huzuruna girerek şöyle
dediler: Bize ulaştığına göre sana "Elif, Lam, Mim" buyruğu nazil
olmuştur. Eğer sen bu söylediklerini doğru söylüyor isen, senin ümmetinin mülkü
ancak yetmişbir yıl olacaktır. Çünkü Elif Cümmel (Ebced) hesabına göre bir, Lam
otuz, Mim de kırka tekabül eder. Bunun üzerine Yüce Allah'ın: "Halbuki
onun gerçek te'vilini yalnızcaAllah bilir" buyruğu nazil oldu. Buna göre
burada te'vil, tefsir anlamına gelir. Bu kelimenin te'vili şudur demek gibi. Ve
işin sonunda evl edeceği (akıbeti) anlamına gelir. Bu kelimenin iştikakı ise
(...): İş sonunda şuna vardı, ifadesindeki köktendir, demek olur. Te'vil ettim,
ise onu bu hale getirdim, demektir. Kimi fakihler bunu tarif ederek şöyle
demişlerdir:
Te'vil, lafzın dışında
kalan bir delile dayanarak lafızda kastedilen ihtimali açığa çıkarmaktır.
Tefsir ise lafzın beyan edilmesidir. "Onda rayb yoktur" yani şüphe
yoktur; şeklindeki açıklama buna örnektir. Tefsirin aslı ise beyan etmektir.
Bunu ifade etmek üzere: (...) şekli kullanılır.
Te'vil ise anlamın beyan
edilmesidir. Mü'minler tarafından onun hakkında şüphe sözkonusu değildir,
ifadesinde olduğu gibi. Yahut o bizatihi hakkın kendisidir ve bizatih! şüpheyi
kabil değildir. Şüphe ancak şüphe edenin bir niteliği olabilir; şeklindeki
açıklama da buna örnektir. İbn Abbas'ın ced (dede) hakkında: O da babadır,
demesi de böyledir. Çünkü o, Yüce Allah'ın: "Ey Ademoğulları"
buyruğunu te'vil ederek bu hükme varmıştır.
8- ilimde Derinleşmiş
Olanlar:
Yüce Allah'ın:
"İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu ile ilgili olarak; bu, önceki
buyruklarla ilişkisi olmayan yeni bir söz başlangıcı mıdır, yoksa önceki
buyruğa atfedilmiş ve buna göre burdaki "vav" cem için mi
kullanılmıştır hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.
Çoğunluğun kabul ettiği
görüşe göre; kendisinden önceki buyruklardan ayrı, yeni bir cümle başıdır ve
ifade daha önce Yüce Allah'ın:
"Onun gerçek
te'vilini ancak Allah bilir" buyruğunda tamamlanmıştır. Ibn Omer, Ibn
Abbas, Aişe, Urve b. ez-Zübeyr, Omer b. Abdulaziz ve başkalarının görüşü budur.
el-Kisai, el-Ahfeş, el-Ferra, Ebu Ubeyd ve başkaları da bu görüştedir.
Ebu Nehik el-Esedi de
der ki: Sizler bu ayet-i kerimeyi vasi ile (durak yapmaksızın) okuyorsunuz.
Halbuki bu kelime kat' ile okunmalıdır. İlimde derinlik sahibi olanların
bilgilerinin vardığı son nokta ise onların: "Biz O'na iman ettik, hepsi
Rabbimizin katındandır" sözleridir.
Ömer b. Abdulaziz de
buna benzer bir söz söylemiştir. Taberi buna yakın bir ifadeyi Yunus'tan, o
Eşheb'den o da Malik b. Enes'ten rivayet etmiştir. Buna göre "derler"
buyruğu derinleşmiş olanlar buyruğunun haberidir. el-Hattabi der ki: Şanı Yüce
Allah, kendisine iman edip içindekileri tasdik etmemizi emrettiği Kitabının
ayetlerini muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kısım halinde indirmiştir. Aziz
ve celil olan Allah işte şöyle buyurmaktadır:
"Sana Kitabı
indiren O'dur, onun bazı ayetlerl muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğer bir
kısmı da müteşabihlerdir ... Hepsi Rabbinizin katındandır." Burada Yüce
Allah kitabının müteşabih olanına dair bilgisini kendisine tahsis ettiğini ve
O'ndan başka hiçbir kimsenin onun te'vilini bilemeyeceğini haber vermekte, daha
sonra aziz ve celil olan Allah, ilimde derinl eşmiş olanların: Biz O'na iman
ettik, şeklindeki sözlerini naklederek onlardan övgüyle söz etmektedir. Şayet
onların imanları sahih olmasaydı, ondan dolayı öğülmeye layık olmazlardı.
İlim adamlarının
çoğunluğunun görüşüne göre bu ayet-i kerimede tam vakıf Yüce Allah'ın:
"Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" buyruğu üzerinde
olduğu ve bundan sonraki buyrukların ise yeni bir söz başlangıcı olduğu
şeklindedir. Bundan sonraki buyruk ise: "İlimde derinleşmiş olanlar: Biz
ona iman ettik. .. derler" buyruğudur. Bu, İbn Mes'ud'dan, Ubey b. Ka'b,
İbn Abbas ve Hz. Aişe'den de rivayet edilmiştir. Ancak Mücahid'den:
"İlimde derinleşmiş olanlar"ı kendisinden önceki buyruğa nesak atfı
yaptığı ve derinleşmiş olanların te'vili bildiklerini iddia ettiği de rivayet
edilmiştir. Bu görüşün lehine kimi dilcileri de delil göstererek: Bunun:
"İlimde derinleşmiş olanlar da bunu bilirler ve iman ettik ... diyerek ..
" şeklindedir, der ve "derler" kelimesinin hal olmak üzere nasb
mahallinde olduğunu iddia ederler. Ancak dilcilerin büyük çoğunluğu bu
açıklamayı reddeder ve uzak bir ihtimal olarak görürler. Çünkü Araplar hem
fiili, hem de mef'ulu bir arada hazf etmezler. Hali ise fiil açıkça
söylenmedikçe de zikretmezler. Eğer fiil açıkça söylenmemiş ise, hal de
sözkonusu değildir. Şayet böyle birşey mümkün olsaydı "Abdullah binerek
geldi" anlamında "Abdullah binerek" demek mümkün olurdu. Böyle
birşeyin mümkün olması ise, ancak fiilin zikredilmesiyle birlikte olur.
Kişinin: "Abdullah konuşur ve insanların arasını ıslah eder" demesi
gibi. Burada "ıslah eder" ifadesi Abdullah'ın halini bildirir.
Nitekim şair -ki bunu Ebu Ömer: Ebu'l-Abbas Sa'leb şu beyiti okudu, diyerek
bana okumuşturşu sözleri söyler: "Ben orada oldukça kızgın ve kısa
bacaklı, yüksek hörgüçlü bir deveyi saldım; Yürürken kısadır, otururken uzun
görülür." Yani yürürken boyu
kısadır, demektir.
O halde; nahivcilerin de
konu ile ilgili görüşleriyle desteklemelerinin yanında ilim adamlarının
genelinin görüşü, yalnızca Mücahid'in bu konudaki görüşünden daha uygundur.
Aynı şekilde şanı Yüce
Allah'ın, mahlukatından nefyedip kendisi hakkında tesbit ettiği bir şeyde, daha
sonraları ortağının olması mümkün değildir. Nitekim Yüce Allah'ın şu
buyruklarına bakalım: "De ki: Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka
kimse bilmez. "(en-Neml, 65); "Onun vaktini kendisinden başkası
açıklayamaz" (el-A'raf, 187); "Onun Vechi (zatı) dışında herşey yok olacaktır"(el-Kasas,
88). İşte bütün bunlara dair bilgiyi şanı Yüce Allah, yalnız kendisine tahsis
etmiştir. Bunlarda kendisinden başkasını ortak etmez. Yüce Allah'ın:
"Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir" buyruğu da böyledir.
Şayet: "İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğundaki "vav,"
nesak atfı için olmuş olsaydı, Yüce Allah'ın: "Hepsi Rabbimizin
katındandır" buyruğunun herhangi bir anlamı olmazdı. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Derim ki: Hattabi'nin
naklettiği ve Mücahid'den başkasının söylemediğini belirttiği söz ile ilgili olarak
şunu ekleyelim: İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre: "İlimde derinleşmiş
olanlar" buyruğu aziz ve celil olan Allah'ın ismine atfedilmiştir ve
bunlar da müteşabihi bilenler arasında yeralıp onlar bu müteşabihi bilmelerine
rağmen: "Biz ona iman ettik" demektedirler. Ayrıca er-Rabi', Muhammed
b. Ca'fer b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed ve başkaları da bu görüşü
belirtmişlerdir. Bu te'vile göre "Derler" kelimesi "derinleşmiş
olanlar" kelimesinin hali olmak üzere nasb durumundadır. Şairin şu
beyitinde olduğu gibi: "Ve rüzgar ağlıyor kederinden Şimşek de bulutlar
arasında çakıyor."
Bu beyitin iki anlama
gelme ihtimali vardır. Burada "şimşek" kelimesi mübteda,
"parıldıyor" kelimesi de haber olabilir. -Birinci te'vile göre-
Böylelikle önceki ifadelerle alakası olmayan bir cümle olabilir. Diğer taraftan
("şimşek") "rüzgar" kelimesine atfedilip
"parıldar" kelimesi hal durumunda olabilir. Bu da ikinci te'vile göre
böyle olur ki, "parıldayarak" anlamına gelir. Yine bu görüşü ileri
sürenler şanı Yüce Allah'ın ilimde derinleşmiş olanları ilimde derinleşmiş
olmakla övmüş olduğunu ileri sürerler. Cahilliklerine rağmen onları nasıl övmüş
olabilir? Ayrıca İbn Abbas da: "Ve ben onun te'vilini bilenlerdenim"
demiştir.
Mücahid de bu ayet-i
kerimeyi okumuş ve: Ben de onun te'vilini bilenlerdenim, demiştir. Onun bu
sözünü İmamu'l-Harameyn Ebu'I-Meali ondan nakletmiştir.
Derim ki: Bir takım ilim
adamları bu görüşü de birinci görüşün kapsamında kabul ederek şöyle
demişlerdir: Sözün tam olarak takdiri ifadesi "Allah nezdindedir"
şeklindedir. Yani onun anlamı Allah nezdindedir ve onun te'vilini ancak Allah
bilir, ifadesi ise müteşabihatın te'vilini ancak Allah bilir, şeklindedir.
İlimde derinleşmiş olanlar ise, onu kısmen bilirler ve ona iman ettik. Hepsi
Rabbimizdendir, derler. Onların buna dair bilgileri ise, muhkemde yer alan
deliller ve müteşabihatın muhkem buyruklara havale edilerek açıklanma
imkanıdır. Onlar müteşabihatın kısmen te'vilini bilip diğer bir kısmını
bilemeyince: Biz hepsine iman ettik, hepsi Rabbimizdendir, derler. O'nun salih
şeriatinden olup ilmimizin kuşatamadığı gizliliklerin bilgisi Rabbimiz
nezdindedir.
Birisi kalkıp:
Müteşabihatın kısmen tefsiri, derinleşmiş olanlar için dahi içinden çıkılmaz
bir hal almıştır. O kadar ki İbn Abbas: Ben "evvah" ve "ğislin"
kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmiyorum, demiştir; diye sorarsa, ona şöyle
cevap verilir: Bunun böyle olması gerekmez. Çünkü İbn Abbas daha sonra bunu
öğrenmiş ve vakıf olduğu bilgiye uygun olarak tefsir etmiştir.
Bundan daha kesin bir
cevap da şöyledir: Şanı Yüce Allah, ilimde derinleşmiş olan hiçbir kimse bunu
bilemez, dememiştir ki, böyle birşey sözkonusu olsun. Birisi bilmeyecek olursa
bir diğeri bilebilir.
İbn Furek, ilimde
derinleşmiş olanların te'vili bileceği görüşünü tercih eder ve bu hususta uzun
uzun açıklamalarda bulunurdu. Hz. Peygamber'in İbn Abbas'a: "Allah'ım! Onu
dinde fakih kıl ve ona tevili öğret'' şeklindeki sözünde bu hususa dair
açıklama vardır. Bu Kitabının manalarını ona öğret anlamındadır. Buna göre Yüce
Allah'ın: "İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu üzerinde vakıf yapmak
ile ilgili olarak hocamız Ebu'l-Abbas, Ahmed b. Ömer: Doğrusu da budur
demiştir. Çünkü onların "ilimde derinleşmiş olanlar" diye
adlandırılmaları Arap dilini anlayan herkesin bilmekte müsavi olduğu muhkemden
daha fazlasını bilmelerini gerektirmektedir. Eğer onlar herkesin bildiğinden
başka birşey bilmiyor iseler onların derinlikleri nerede kalır? Fakat müteşabih
de türlü türlüdür. Kimisi hiçbir şekilde bilinemez. Ruhun durumu, Allah
Teala'nın gaybın bilgisini yalnızca kendisine ayırdığı Kıyamet saatinin kopması
gibi. Bu gibi şeylerin bilgisi İbn Abbas'a da başkasına da verilmemiştir. İşte
ileri gelen ilim adamları arasında: İlimde derinleşmiş olanlar müteşabihi
bilmezler, diyenlerin bu sözden kastettikleri bu tür müteşabihtir. Dinde bazı
şekillere ve Arap dilinde birtakım anlatım üslüplarına göre yorumlanması mümkün
olan sözlere gelince, bunlar te'vil edilir ve doğru te'vili bilinebilir.
Bununla olabilecek doğru olmayan birtakım te'vil ihtimalleri de izale
edilebilir. Yüce Allah'ın Hz. İsa hakkında ''Ve O, kendisinden bir ruhtur"
(en-Nisa, 171) buyruğu ve benzerleri böyledir. Kendisine lutfedildiği kadarıyla
bu kabilden pek çok şey bilmedikçe hiçbir kimseye rasih (ilimde derinleşmiş)
adı verilemez.
Müteşabih, mensuh olan
buyruklardır, diyenlerin görüşlerine göre ise, rasih olanların te'vili bilmek
(durumunda olanların) kapsamına sokulması mümkün olmakla birlikte, müteşabih
buyrukların bu tür ile tahsis edilmeleri doğru olamaz.
Rusüh (derinleşmiş olmak);
bir şeyde sebat bulmak demektir. Sabit olan herşeye rasih denilir. Bu kelime
aslında cisimler hakkında kullanılır. Dağın sabit olması (rusühu) ve ağacın
yerde rasih olması gibi. Şair der ki: "Kalbimde derin kök salmıştır
Leyla'nın sevgisi, Belirtileri dahi değişiklik göstermeyi kabul etmiyor."
"Filanın kalbinde
iman rasih oldu (iyiden iyiye yer etti)" denilir. Bazıları (Araplardan):
(...) söyleyişini naklederler ki, birikintinin suyunun yere geçmesi anlamını
ifade eder. Bu tabiri İbnu'l-Faris nakletmiştir. Buna göre bu kelime zıt
anlamlı bir kelimedir.
(...) kelimeleri hep bir
şeyin içerisinde sebat etmek, yerleşmek anlamını ifade eder.
Peygamber (s.a.v.)'a
ilimde derinleşmiş olanlar hakkında sorulunca şöyle buyurdu: "Yeminine
bağlı kalan, diliyle doğru söz söyleyen, kalbi de dosdoğru olan kimsedir. ''
Şanı Yüce Allah:
"Biz sana bu Zikri (Kur'an'ı) indirdik ki insanlara kendilerine ne
indirildiğini açıkça anlatasın"(en-Nahl, 44) diye buyurmuşken, Kur'an-ı
Kerim'de nasıl müteşabih olabilir ve Allah Kur'an'ın tümünü nasıl apaçık
kılmamış olabilir? diye sorulursa şu cevap verilir:
Bundaki hikmet -Allahu
a'lem- alimlerin üstünlük ve faziletinin ortaya çıkmasıdır. Çünkü Kur'an-ı
Kerim'in tümü açık seçik olsaydı alim olanların olmayanlara üstünlüğü ortaya
çıkmaz dı. Herhangi bir kitap tasnif eden de böyle yapar. Kitabının bir kısmını
açık, bir kısmını da müşkil (anlaşılması zor) şekilde yazar ve topluluk için
bir yer bırakır. Çünkü varlığı, bulunması önemsiz ve basit olan bir şeyin
güzelliği de az olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
9- Kur'an Muhkemiyle
Müteşabihiyle Allah'tandır:
"Hepsi Rabbimizin
katındandır" buyruğunda, muhkemiyle müteşabihiyle Yüce Allah'ın Kitabına
ait olan bir zamir vardır. İfadenin takdiri ise; onun tümü Rabbimizin katındandır,
şeklindedir. "Hepsi" kelimesi zamire delalet ettiğinden dolayı
hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime izafeti gerektiren bir sözdür.
Daha sonra Yüce Allah:
"Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır" diye buyurmaktadır. Yani
böyle bir sözü söyleyen iman eden, bilgisinin ulaştığı noktada duran ve
müteşabihin arkasından gitmeyi terkeden, ancak akıl sahibi olan bir kimsedir.
Herşeyin "lübb"ü onun özü demektir. İşte bundan dolayı akla
"lubb" adı verilmiştir. "Sahipleri" kelimesi ise (...)
kelimesinin çoğuludur.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN